Bir süredir depremin yıktıklarını konuşuyoruz. Oysa neredeyse elli yıldır bitmez tükenmez bir yıkım içindeyiz. Ormanlarımızı yaktık, köylerimizi yaktık, denizlerimizi öldürdük, doğru dürüst bir temel eğitim veremediğimiz için milyonlarca insanımızı yıkık kişilikler olarak yetiştirdik.
Geçmiş yıllara ilişkin hiçbir anının kalmadığı kentler yaratmak yalnızca bize özgü. Bir toplum bu denli çevresinden, geçmişinden koparılabilir mi? Geçmiş değerlere bakmadan, onları irdelemeden bugünü hangi ölçütlere dayanarak değerlendireceğiz?
Yirminci yüzyılın dünyaya gelmiş en büyük şairlerinden biri ülkemizde yaşadı: Nâzım Hikmet.
Onun bu ülkede yaşadığını kanıtlayacak bugüne ne kaldı? Yaşadığı sokaklar, oturduğu evler, kullandığı eşyalar nerede? Son elli yılın yıkımı çoğunu yok etti. Yalnızca Atatürk’ün denize girdiği yer olduğu için bile korunması gereken Florya kıyılarının kanalizasyon çukuruna dönüştürülmesinin bile, ülkenin kurucusunun anısına yapılmış bir saygısızlık olduğu düşünülmez mi?
Anılarını yazan şairlerimizin sayısı çok az.
Cahit Külebi’nin İçi Sevda Dolu Yolculuk’unu okuyordum. Şöyle bir cümleye rastladım: “Cahit Sıtkı’nın Zafer meydanındaki bir apartmanda oturduğu sırada, Orhan, Cahit, Şahap, Necati ve ben Şükran’dan çıktık yürüyerek Cahit’in odasına geleceğiz.”
Bu odanın 1940’ların Ankara’sının yazın ortamının merkezlerinden biri olduğunu ilk kez Melih Cevdet Anday’ın anılar kitabı olan Akan Zaman Duran Zaman’da okumuştum. Cahit Sıtkı’dan sonra burayı Orhan Veli tutmuş. Orada anlatılan şöyle bir öyküsü vardı odanın:
Gerçeküstücü akımın önde gelen ozanlarından Philippe Soupault, 1949’da Ankara’ya gelir ve o sırada çok ünlü olan Garip akımının temsilcisi ozanlarla tanışmak ister. Ozanlarımızın o sıralar konuk ağırlayabilecek bir mekânları olmadığından bu odayı derleyip toparlayıp “Yaprak” dergisinin bürosuymuş gibi yaparlar. Burada buluşulur, konuşulur, şiirler okunur. Günün beklenmedik davranışı Orhan Veli’den gelir. Soupault’tan çevirdiğini söylediği şu şiiri okur:
Şakir Efendi
Koltukçu
Öldü
Dün gece
Çerkes’te
Öldü
Gitti
Çerkeş’te öldü gitti.
Şiiri bir kez daha dinleyen Soupault, “Aslı gibi,” der, ülkemizden ayrılırken de bir gazeteciye şunları söyler: “Şiiri bütün dünyada aradım, Türkiye’de buldum.”
Melih Cevdet, bu olayı anlattığı yazısın şöyle tamamlar:
“Orhan Veli’nin eski odası, kim bilir, yıkılmış mıdır? O odayı Ankara Belediyesi satın alsaydı da, kapısına, ‘Cahit Sıtkı Tarancı, sonra Orhan Veli Kanık burada oturdular. Philippe Soupault burada konuklandı’ levhasını assaydı iyi olurdu.”
İyi olmasından çok öte, çağdaş edebiyatımıza ilişkin bir tanıklığı gelecek kuşaklara aktarabilirdik. Yalnızca tek tek mekânlar değil, bütünüyle kentler ve doğa bize ait şeylerse, tarihimizde, edebiyatımızda bir yerleri varsa korunmak zorundadır.
İstanbul üzerine en güzel şiirleri yazmış Yahya Kemal, bu kenti dil ile ölümsüzleştirmişse, artık kimsenin “Erenköy’de Bahar” şiirinin anlattığı Erenköy’ü değiştirmeye hakkı olamaz.
Bugünün Erenköy’ünde doğup büyüyen bir gence “Erenköy’de Bahar” şiiri bir şey söyleyemez. Çünkü o duyarlığın Erenköy’ü artık ortada yoktur.
Toplumumuz acaba geçmişini yok ederken, geleceğini de yok ettiğinin ne zaman ayırdına varacak?
15.9.1999
Yorum bırakın